Ben henüz çocukken rahmetli amcam anlatırdı; başgardiyan olarak görevli olduğu cezaevinde görme engelli (âmâ) bir mahkûm yatmaktaymış. Cezaevi avlusunda havalandırmaya sık sık çıkartıldığı halde o, -artık her nedense- bununla tatmin olmaz, sanki cezaevinin dışındaki hava farklıymışçasına:
“Beni cezaevinin dışına çıkarınız, dışarıdaki havayı solumak isterim!” diye yalvarıp duruyormuş. Tabii görme engelli olduğu için görevliler de bunda bir sakınca görmez, onu cezaevinin dışına çıkarır, o da uluyan bir kurt gibi burnunu yukarıya doğru dikerek havayı ciğerlerine doyasıya doldurmaya çalışırmış.
Hatırladıkça bu duruma hep gülerdim ta ki bugünlerde Korona denilen belalı musibet nedeniyle sağlığımız için zorunlu olarak yaşadığımız “Dışarı Çıkma Kısıtlaması” nı yaşayınca kadar.
Bugünkü aklımla düşünüyorum da kader mahkûmu olan o adam, ne kadar haklıymış meğer. Zira gerek balkon gerekse penceremden teneffüs ettiğim havanın, evin dışındaki havaya benzemediğini ve dışarıdaki hava kadar beni tatmin etmediğini şimdilik yaşayarak da olsa farkına varıyor ve o gün için düşüncelerini yadırgadığım o kişiyi rahmetle yâd ediyorum.
…………………..
İnsanlara olan tahammülsüzlüklerimi, girdiğim kuyrukları, trafikteki bunalmalarımı, kalabalıktan gerilmelerimi vb gibi ufak-tefek aksilikleri ne kadar çok abarttığımı şimdilik daha iyi anlıyorum.
Toplantıların, özel günlerin, kutlamaların, şenliklerin, eğlencelerin, pikniklerin, bir arada yapılan ibadetlerin, kısacası çeşitli vesilelerle bir araya gelmelerin, sarılarak, öpüşerek özlem gidermelerin değerini şimdilik daha iyi anlıyorum.
Zaman zaman yakındığım uğraşımı, üşenerek yaptığım işimi, bıkkınlık veren muhataplarımı ne kadar özlediğimi şimdilik daha iyi anlıyorum.
İnsanın sosyal bir varlık olduğunu galiba şimdilik hakkıyla daha çok idrak edebiliyorum.
İnsansız bir gezegenin ise para etmediğini şimdilik daha iyi anlıyorum.
Tatil için plan yapmanın, hazırlanmanın ve tatile çıkmanın harika bir nimet olduğunu şimdilik daha iyi kavrıyorum.
Korkmadan, endişelenmeden, işkillenmeden herhangi bir tedirginlik duymadan yaşamanın altın değerinde olduğunu şimdilik daha iyi anlıyorum.
Ve geçmişte mutluluğa nasıl da gömülü yaşadığımı şimdilik daha iyi fark edebiliyorum.
Kim bilir belki de atalarımızın, dedelerimizin, babalarımızın görüp yaşadıkları; vebaların, cüzamların, veremlerin, göçlerin, eziyetlerin, kıtlıkların, doğal afetlerle savaşların ruhlarında kazıyarak bıraktığı o büyük acılardan edindikleri deneyimlerin sonucu olarak; “Bir musibet, bin nasihatten iyidir.” derken ne demek istediklerini şimdilik daha iyi anlıyorum.
………………….
Peki, şahsım olarak ben; bütün bunlardan bir ibret dersi alabildim mi acaba? Hiiç sanmıyorum. Zira eskilerin deyişiyle; “Hafıza- i beşer nisyan ile maluldür.” yani insan denilen beşer unutur.
Bakınız! Bu da geçecek ve her şey gibi bütün bunlar da unutulacak hem de hiiiç yaşanmamış gibi ve ne yazık ki ben, ‘huylu huyundan geçmez misali’ yine o eski ben olacağım: hırçın, gergin, huysuz, kavgacı, anlayışsız, tahammülsüz, sabırsız, doyumsuz, mutsuz, bencilin teki işte.