
“……..1070’li yıllarda Halep’i kuşatmış olan Alp Arslan; Halep Hükümdarı Mahmûd’un annesi Seyyide’ye:
“Seyyide sen misin?” diye sordu.
O da: “Kavmimin Seyyidesi’yim!” diye cevap verdi.”
Evet, İbrahim Artuk’un “ArtukBeğ” adlı eserinin bir bölümünde: “Kavmimin Seyyide’siyim!” ibaresini okurken ister istemez şöyle düşündüm: Bu seyyide, nasıl ki kavmi tarafından sevilen ve sayılan seyyidesi ise; o zaman her erkek; evinin beyi, ağası, şahı, padişahıdır. Her kadın; evinin hatunu, hanımefendisi, kraliçesidir. Her çocuk da ailesinin nazlısı, kınalı kuzusudur. Kısacası her kişi değerli, birilerinin dünyası ve başlı başına da bir dünyadır. Her kişinin yolunu bir gözleyeni, onun için gözyaşı dökeni, ona bel bağlayanı vardır. İşin aslı budur. Hatta gerçeğin ta kendisidir. Bunu; böyle düşünmek, görmek ve böyle de kabul etmemiz gerekir. Peki, o zaman karşımızdakine nefret dolu gözlerle bakmak, birbirimize dünyayı zindana çevirmek, entipüften bir takım şeylerden dolayı feverana gelerek birbirimize saldırmak ve hatta onun da ötesinde cana kıymalara varacak derecede vahşice davranmak niye? Sevgi varken bu kin niye, güzellik varken bu kadar çirkeflik ve öfke niye, şu üç günlük dünyada kötü, vicdansız, gaddar, zalim olarak anılmaya değer mi hiç?
Tanıdık olsun veya olmazsın her gördüğümüz insanı, insan olduğu için, hatta ve hatta her canlı varlığı; Allah’ın yarattığı bir can olduğu için sevmeli, saymalı ve değer vermeliyiz. Kusurları affedici olmalı, hataları hoşgörüyle karşılamalıyız. Unutmayalım ki yaşamı güzelleştirmek, dünyayı gülistana çevirmek ve mutlu bir şekilde yaşamak Yaratıcımızın bize en değerli armağanı olan aklımızı doğru biçimde kullanmamıza bağlıdır. Peki, şimdi soruyorum; sizce de öyle değil midir?