“Yüreğinde taşıdığı o şefkat değil midir ki ANNNEYİ başlara taç; gönüllere de sevgili kılan.”
şekipyurttaşer
Kumaşı, yeri, mesafeleri, hızı, ağırlığı, yoğunluğu, basıncı, havanın sıcaklığını, zamanın akışını, tansiyonu, ateşi, nabzı kısacası birçok şeyi ölçmeyi anladık da karşı tarafın bedeninde duyulan acıyı ölçmeye çalışmak nasıl bir fikir? Bu, ilk etapta ilginç geliyor insana değil mi? Ama her şeye rağmen bu da mümkün olabiliyormuş meğer! Nasıl mı? Buyurun hep birlikte görelim:
Kendi kendini yere düşürdü ve kafasını da kapının eşiğine kasıtlı olarak çarptı. Amacı az önce kendisi mutfakta çalışırken; aynı yere düşmüş üç yaşındaki bebeğinin çektiği acıyı bir anne olarak yüreğinde olduğu kadar bir de bedeninde hissederek ölçmekti.
Besbelli ki atalarımızın; “Damdan düşenin hâlini damdan düşen anlar.” sözünden esinlenen Kevser anne de böyle bir yolla Murat bebeğinin bedeninde duyduğu acıyı annelik duygusuyla gönüllü olarak ölçmek istemişti. Eh! Ne diyelim artık? Annelik de böyle bir şey işte! Nitekim yüreğinde taşıdığı o şefkat değil midir ki onu başlara taç; gönüllere de sevgili kılan.
***
İşte Kevser ana böyle bir kadındı. Gerçi her ana çocuğuna düşkün olur ama Kevser’in bu sevgisi apayrı bir duyguydu. Hatta yakın çevresinden onu tanıyanlar; sıklıkla bu aşırı düşkünlüğünü psikolojik hastalık derecesinde bir takıntıya, aşırıya kaçan bir kuruntuya dahi yorumladıkları oluyordu. Kim bilir belki de Kevser’deki bu aşırı hassasiyetin asıl nedeni bir yıl önce eşi Nureddin’in bir hastalık sonucu ani vefatıyla kucağında el kadar bir bebekle bu koca dünyada bir başına kalması sonucunda yaşadığı büyük sarsıntıydı. Bundan sonra Kevser’in tek avuntusu, tek dayanağı, tek arkadaşı, tek hayat yoldaşı sevgili eşinden kendisine yadigârı olarak kalan oğlu Murat’tı.
Kevser ana, “Biricik Âşkım!” dediği eşi için yıllarca gizliden gizliye üzüldü, ağladı, acısını hep yüreğine gömdü ama elinden geldikçe de yuvasında bir babanın yokluğunu hissettirmemek için çabaladı. Eşinden kalan maaşla çocuğunu çok iyi yetiştirtmeye çalıştı. Eğitimiyle yakından ilgilendi. Ana, oğul birlikte büyüdüler. Doğal olarak gün oldu sevindiler, gün geçti üzüldüler, zaman zaman heyecanlandılar, bazen kaygılandıkları da oldu. Kevser Hanım, akıllı, dirayetli, idareli, iradesi güçlü bir anneydi. Oğluna hep umut ve güven aşıladı, güzel geleceklerden söz edip hem motive etti hem de moralini yüksek tutmaya çalıştı. İyi bir insan olmasını, iyi işler yapmasını, dürüst olmasını öğütledi. Bunların yanı sıra günah ve ayıp kavramlarını öğretti. İnsanlığa faydalı, idealist bir kişi olması için devamlı surette çevreden örnekler gösterdi. Murat da çocukluğunda olsun ilk gençlik yıllarında olsun hep annesini dinledi, her öğüdünü değerli birer altın olarak belledi, annesinin emeklerini boşa çıkarmadı. Yaşamı boyunca annesine hem saygılı, hem vefalı, hem iyi arkadaş ve hem de layık bir evlat olmaya hep gayret etti. İşte ana ile oğlunun yaşantısı bu merkezde yıllar yılı böylece sürüp gitti…
***
Yirmi beş yıl sonra. Parlak bir yaz ikindisi. Güneş batmak üzereydi; gökyüzü dâhil her tarafı tatlı bir kızıla boyamıştı. Gündüzün o yakıcı, bunaltıcı sıcağı kırılmış; yerini, yumuşak, tatlı ve serin esen bir hava almıştı. İnsanlar, kaldırımlara dökülmüş; kimi çocuklarını gezdiriyor, kimisi sevgilisiyle el ele tutuşmuş turluyor, kimileri de dondurmalarını yalayarak geçiyorlardı. Bunların bazısı parklara doğru akarken, kimisi de denizden geliyordu. Bu insanlar, bir şeyleri kutlamaya çıkmış gibiydiler sanki. Bir renk cümbüşü içerisinde; herkes şık, herkes süslüydü. Caddede ise çeşitli model, renk ve markalardaki arabalar vızır vızır baş döndürücü bir hızla geçiyordu. Şehrin bu kalabalığı arasında üstü, başı perişan vaziyette, kırçıl saçları dağınık, ayağında pırtlamış siyah pabuçları olan, buğday tenli, orta boylu, çok zayıf, elli yaşlarında ya var ya yok bir kadın üstündeki yas giysisi olduğu hâlde elinde genç bir erkeğin fotoğrafıyla dolaşıp duruyordu. Fotoğrafı gelip geçene gösteriyor ve acınılası bir sesle aynı şeyleri sürekli tekrarlayarak:
“Murat’ım nerede, beni Murat’ıma götürür müsünüz? Onu çok özledim!.” diye yalvarıyor, sonra da dudaklarına götürerek fotoğrafı hararetle öpüyor ve hasretle göğsüne bastırıyordu. Üst ve başının dağınıklığı ve bakımsızlığına rağmen solgun yüzüne dikkatlice bakıldığında cami yıkılsa da mihrabından iz kalır misali asaletinden ve güzelliğinden bariz bir iz hemen fark edilebiliyordu. Kalabalıklardan bazıları onu dilenci, sanıyor yüzüne bile bakmadan cebine veya çantasına davranıp bir şeyler vermeye yelteniyor; bazısı da kaçık diye düşünüyor endişeyle uzaklaşmaya çalışıyordu. Kimisi de kendi âleminde olarak onu hiç fark etmediği gibi, birçoğu da gördüğü hâlde onu umursamadan yoluna devam ediyordu. Güneşin batımıyla ana caddenin kalabalığından sıyrılıp yaklaşık sekiz aydan beridir yaptığı gibi bugün de aynı şekilde ara sokaklara doğru kaymış ancak bir farkla bu sefer yolunu değiştirerek bir başka ara sokağa dalmıştı. Belli ki hava kararmadan bir an önce evine varmak istiyordu. Dükkânların yan yana ve karşılıklı olarak sıralandıkları bu sokakta esnafların bazısı, yorucu bir güne veda etmeden önce her akşamüstünün serinliğinde yaptıkları gibi sandalye ve taburelerini dışarıya atarak bir araya gelmiş bir yandan çaylarını yudumluyor öte yandan söyleşiyorlardı. Tam bu esnada esnaflardan Hilmi Usta, tuhaf bir şey görmüş gibi kara gözlerini iri iri açarak ve biraz da heyecanlanarak konuşmasını yarıda kesip aniden ayağa kalktı. Komşularının meraklı bakışları arasında karşıdan gelmekte olan pejmürde kılıklı bir kadına doğru yavaş adımlarla gitti, gülümseyen bir yüzle ve saygılı bir edayla:
“Kevser Bacı nasılsınız? Lütfen şöyle buyurun hem dinlenin hem de bir çayımızı içiniz!” dedi. Gerçi onu, arada bir evine girip çıkarken görüyordu ama ilk defa dükkânın önünden geçiyor ve sekiz aydan beridir ilk defa konuşuyorlardı. Kadın, bir rüyadan uyandırılmış veya hayal dünyasından çekilip alınmış gibi aniden irkildi. Başını kaldırdı, iniltili bir sesle:
“Hilmi Bey, siz miydiniz?” mahalleden komşusu olan Hilmi Beyi çoktandır ilk defa karşısında görünce çok yakın bir akrabasını görmüş gibi gözlerindeki hüzün ve endişe geçmiş, nezaketten kaynaklanan hafif bir tebessümle parlamaya başlamıştı. Sanki az önceki o bunalımlı, divane kadın gitmiş; aklı başında bambaşka bir insan oluvermişti âdeta. Temenna eder gibi elindeki fotoğrafı göğsüne bastırdı ve kadife yumuşaklığında bir sesle Hilmi Ustaya teşekkür edip başını da öne eğerek yoluna devam edip gitti.
Hilmi Usta, kendisini meraklı gözlerle izleyen esnaf komşularının yanına geri döndü ve müteessir olmuş bir ruh hâliyle:
“Rabb’im hiç bir kulunu evladıyla sınamasın!” diyerek, sandalyesine çöker gibi oturdu. Çevresindekiler “Âmin!” diyerek karşılık verdiler. Derinden bir iç çekti, belli ki efkârlanmıştı. Komşularından birisinin kendisine tuttuğu sigarayı yaktı, derin derin içine çektikten sonra:
“Biliyor musunuz beyler! Bu kadın mahalleden kapı komşumuzdur. Bu durumlara düşmeden önce bizim hanımın yanına sık sık uğrar, kadın kadına sohbet eder, dertleşirlerdi. Aralarında güvene dayalı bir samimiyet doğmuştu.”
Hilmi Usta sigarasından derince bir nefes daha çektikten sonra anlatmasına kaldığı yerden devam etti:
“Eşimin bana anlattığına göre; bundan yirmi beş yıl önce Devlet Demir Yollarında memur olarak çalışan eşi Nureddin Bey, vefat edince kadıncağız genç bir dul olarak üç yaşındaki bebeğiyle bir başlarına kalmışlar. Üzerine titrediği bebeğine hem analık hem babalık yaparak en iyi şekilde kimselere muhtaç etmeden bakmaya çalışmış, okutmuş, bir de iyi terbiye vermişti. Çocuk da çok akıllı, annesinin emeklerini boşa çıkarmamış, eğitimini başarıyla bitirerek elektrik mühendisi olmuştu. Bundan sekiz ay önce iş yerinde geçirdiği bir iş kazasından sonra Kevser Hanım’ın deyimiyle oğlu da ne yazık ki babası ile aynı yaşta yani yirmi sekiz yaşında vefat etmişti.”
Sözün burasında Hilmi usta sustu. Tıkanmıştı. Yarım bıraktığı çayı da soğumuştu. Ağlamamak için kendini zor tutuyordu. Sonuçta o da bir babaydı. Bir diğer komşusu, Hilmi ustaya bir sigara daha tuttu. Biraz soluklanıp sigarasından enerji alır gibi bir nefes çektikten sonra sözlerine kaldığı yerden devam etti:
“Eşim sayesinde ben de rahmetliyle tanışmıştım. Çok sessiz, sakin, nazik tam bir beyefendiydi. Adı Murat’tı. Orta boylu, beyaz tenli, saçları sarı, renkli gözlüydü. Çok hassas bir ruha sahipti. Annesini çok sever, sayardı. İşinin olmadığı gün ve saatlerde annesini yanına alır çarşıya çıkarlardı. Daima bir kolu annesinin omzunda olarak onu âdeta kucaklar gibi yanında yürürdü. Çarşı-pazar, mağaza, pastane, sahil, nereye giderse annesini de hep beraberinde gezdirirdi. O kara haberi alıncaya kadar çok mutluydular ancak ne yazık ki bu mutlulukları da çok kısa sürdü. Zira biricik evladını yitirince garibim, o da aklını yitirdi.”
Komşulardan Zeki Usta, hüzünlenmiş olarak:
“Peki, şu anda kendisine bakan birileri var mı?” diye, araya girdi.
“Bizim hanım başta olmak üzere diğer komşu kadınlar sık sık yanına uğrar, temizlik, banyo, yemek gibi hususlarda ona yardımcı olmaya çalışıyorlar.” diye, cevapladı.
Dinleyenlerin tamamını bir hüzün dalgası alıp götürmüştü; Terzi Zeki, Döşemeci Ömer, boş bardakları almaya gelen ancak olanları üzüntüyle ayakta dinleyen Çaycı Kemal, Marangoz Mehmet Usta hepsi de sus-pus olmuş hiç birisinin çıtı çıkmıyordu. Neden sonradır ki semt camiin minaresinin hoparlöründen bangır bangır yayılan akşam ezanının sesiyle kendilerine gelir gibi oldular, toparlanıp ayağa kalktılar, arka arkaya kepenkler indi. İçlerini kavuran yakıcı bir acı, boğazlarında duran iri bir yumru, gözlerinde bir damla yaş, çehrelerine yapışmış bir keder olduğu hâlde birbirlerine iyi akşamlar dileyerek dağılıp değişik yönlere doğru gittiler.
***
Yaklaşık üç ay sonraydı; Artık günlerin kısalmaya başlamasıyla ağaçlar, süslerini üzerlerinden atarak derin bir mateme hazırlanıyorlardı. Sararmış yapraklar, tam bir teslimiyet içerisinde rüzgârın önünde gelişigüzel bir şekilde yerlerde sürüklenmekteydi. Güneşin rengi solmuş, rüzgâr ise artık o geçmiş günlerdeki gibi okşayıcı değil hırpalayıcı yüzünü göstermeye başlamıştı. İşte böylesine kasvetli ve ürkütücü sessizliğe bürünmüş bu bir eylül sabahının erken saatlerinde, başta Hilmi usta olmak üzere kadınlı erkekli bütün mahalleli yanlarında bir imam ve belediyeden birkaç yetkilinin de aralarında bulunduğu küçük bir grup şehrin kimsesizler mezarlığında toplanmıştı. Herkes sessiz ve üzgündü. Oğlunun hasretine ancak on bir ay kadar dayanabilen muradı gözünde kalmış Kevser Hanım’ı; muradını alamamış Murat’ının yanına gömmek üzere son görevlerini yerine getiriyorlardı.
Bir hafta sonra da başta Hilmi ustanın çabaları ve komşuların da yardımıyla yaptırılmış olan ve üzerinde oğlu Murat’ın fotoğrafının yer aldığı mermerden mezar taşına bir de şöyle bir dörtlük yazılmıştı:
“Mutlu canlar içinde
Bir can mutsuz içinde
Dolaşırdı Kevser ana
Bir resimle elinde.”